utanıyorum.
dahil olduğum kalabalıklardan, adımın geçtiği anılardan.
olacaklardan değil belki ama olanlardan, bana olanlardan.
seviyorum her ne kadar fiilen geçse de
zamanı.
ve zamanla geçenleri.
sarhoşluğu-- ve doldurduğu boşluğu.
seviyorum, umudun içine kıvrılmış suskun halimi.
ve kızıyorum... ulaşmanın bir fiil olmasına.
ulaşmak aslında mitolojik bir eylem olmalıydı. gerçek dünyada yeri yok bu kurgunun.
gecikiyorum... sevilmeye...
gecikiyorum... gözlerimi kapayıp olmaya...
kadınlığa...
Wednesday, December 30
Tuesday, December 29
Monday, December 28
laf kalabalığı
tatile çıktı,
pılını pırtısını aldı ve gitti...
akşamüzeriydi, tül perdede sarı güneş, benim sırtım sana dönük, gittim bavulumu doldurup.sen gelmedin. sen gelemedikçe ben gittim,
omuzlarım düşük, seni de yanımda götürdüm.
bavuldakiler laf kalabalığıydı. içinde sadece sen vardın bir de yarımadaya vuracak sarı güneş.
ben gittikçe sen geldin. ama bana değil(miş).
tüm bu gellerde ve gitlerde aslında sen yoktun, güneş çoktan batmış.
ay vardı o günlerimde.
gerçek bir ses biletime bir iki cümle yazdı gitmeden. anlayamadım yazanı. O da anlatmadı. ölüm haberiydi, sonrası sırtımı denize döndüm. yüzüm dağlarda, aklım sende, biletteki yazı karşımdaydı. ölüm haberiydi, geldi ve gitti, deniz sırtımda, yazı alnımda, sense aslında hiçbiryerde.
dönerken otobüs mola verdi. sana dönerken bir mola verdim. telefonumu açtım, bir mesaj sesi.
ben o yazbaşı kapıyı çekerken, sarı tülün ardında biri daha varmış sırtım yüzüne dönük.
ben gidemedikçe o gelmiş. sen olmasan da o olmuş. sen orda öyle omuzların düşmüş, ardında güneş , bana değil ama bana doğru bakarken, o senin omzundan beni görmüş. benim başım yerde, elimde laf kalabalığı bir de ardımda sen.
ses sordu neden geceleri olduğunu. neden hep gece vurduğunu ay ışığının yüzüme.
sustum. cama baktım
ay yok.
ben varım.
bir otobüs dolusu geri dönüş haraket etti.
geri geldi.
aslında hiç gitmemişti di mi. o ayakta, sen karşısında, ikiniz de sokakta. iğde kendi halinde bakıyo ikinize. sen şaşkın, geri gelmenin mahiyetini anlıyorsun. sen ayakta ama yıkılıyorsun aslında. onun yüzü yok, ışık arkadan vurmuş, seçilemiyo. o kızgınmış gibi yapıyo, o ana öylesi yakışır çünkü. sen gelmişsin, ve çoktan geçmişsin artık olması gerekenlerden. iğde esiyo rüzgarla, senin gözün iğde dalında. bir mucize diyosun, bir ışık bu girdiğim tünelde. iğde daha bi hızla esiyo, yapraklar aralanmış ışık yok.
yaprakların arasında
onun arkasında,
yukarıda,
zifiri lacivertte,
o gece,
o sokakta,
tüm bu gidememelerin
ve gelişlerin ardından
hayallerin kayıyo onun buz rengi, süslü sesinde. o gece, iğdenin altında senin gözünde hafif tuzlu bi bulanıklık, yaprakların arasında gözün, yutkunuyosun yediğin yumrukları. orada yıkılırken sen, o iyice bulanık, arkadan bi ışık vuruyo geceye.
sen orda
o yok.
ışık belirdiği gibi kayboluyor. sen memnun ve kanaatkar, köşeyi dönüyosun cebindeki elinde anahtar sesi. yanakların ıslak, omzun düşmüş, elin cebinde kendine sarılmış, yalnız çıkıyorsun yokuşu, senelerdir olduğu gibi.
arkanda sessiz sözler,
milyonlarca gitmeler,
lacivert bir karanlık...
aklında ışık...
Monday, December 21
Sunday, December 20
Wednesday, December 9
umut
bazen geç gelen bir kargo paketinden çıkar,
bazen akan suda köpük köpük ovarak.
bi gün birileri dört kolluda taşırken geçer yanından,
ya da tatil dönüşü pervazdaki saksıda kurumuş sana bakar.
her nasılsa hep vardır, her nasıl olursa olsun hep olur.
bi ara aklına takılan bir sözdür, beklenmedik bir yerde karşına çıkar. önünden geçerken giriverdiğin filmde ilk replik oluverir...
bazen geçmişten bi şimşek gibi çakar, geleceklere yol açar,
bazen takılır kalırsın, ilk kardır o. hazırlıksız yakalar, tıkar yolları, yine de bilirsin
tıkanan yolların bir bildiği var.
niyet eden de odur, vakitsiz bozan da.
şehirde bir gün fazla kalmışsan, onun yüzündendir.
yağmurla hatırlarsan o şehri, onun sayesindedir.
hangi yıldızdır desen kutup yıldızı demem, güneş hiç değil. olsa olsa kayan bir yıldız olur, bir belirir bir yok olur.
aslında yıldız değildir ya, dileklere vesile zaar.
bana kalsa kötülüklerin en iyisi derdim, ya da iyiliklerin en kötüsü.
her nasılsa hep vardır, gelişigüzel kalır aklında işte, şaşırtır her sefer,
ama zaten gelişinin güzelliğidir, teybin tuşuna basıp
akılları baştan alan...
aslında ne o pakettedir, ne de suyla akar.
dünyayı seyreder kutunun dibinden,
sen onu nerelerde ararken...
bazen akan suda köpük köpük ovarak.
bi gün birileri dört kolluda taşırken geçer yanından,
ya da tatil dönüşü pervazdaki saksıda kurumuş sana bakar.
her nasılsa hep vardır, her nasıl olursa olsun hep olur.
bi ara aklına takılan bir sözdür, beklenmedik bir yerde karşına çıkar. önünden geçerken giriverdiğin filmde ilk replik oluverir...
bazen geçmişten bi şimşek gibi çakar, geleceklere yol açar,
bazen takılır kalırsın, ilk kardır o. hazırlıksız yakalar, tıkar yolları, yine de bilirsin
tıkanan yolların bir bildiği var.
niyet eden de odur, vakitsiz bozan da.
şehirde bir gün fazla kalmışsan, onun yüzündendir.
yağmurla hatırlarsan o şehri, onun sayesindedir.
hangi yıldızdır desen kutup yıldızı demem, güneş hiç değil. olsa olsa kayan bir yıldız olur, bir belirir bir yok olur.
aslında yıldız değildir ya, dileklere vesile zaar.
bana kalsa kötülüklerin en iyisi derdim, ya da iyiliklerin en kötüsü.
her nasılsa hep vardır, gelişigüzel kalır aklında işte, şaşırtır her sefer,
ama zaten gelişinin güzelliğidir, teybin tuşuna basıp
akılları baştan alan...
aslında ne o pakettedir, ne de suyla akar.
dünyayı seyreder kutunun dibinden,
sen onu nerelerde ararken...
Monday, December 7
su döngüsü
bu gereklilikten yazılmış bir yazıdır. gereklilikten yaşanmış yılların bir sonucudur ve sonuncusudur. bir ant ya da anıt mahiyeti yoktur fakat.
ne dilime dolayacak kadar cesaretimi toplayabilirim ne de övecek kadar sahip çıkabilirim içime. dalgaları aşmak iyi kurgulandığında soğuğu bile unutturabilirmiş ama matemim aşamadığım dalgalara değildir. bu yas her dalgada su yutsa da ilerlediği sevinciyle debelenenin suyun sadece yükselip alçaldığını aslında ilerlemediğini anlamasındandır. matem yüzüme vurulan dalgadır.
bu yazı bir nefestir. bir daha alınamamasından korkulan ve vermeye gönlü olmayanın ciğerine değmiş bir soluk. bu nefes herşeye rağmen yaşamanın ve ölmenin ritmidir.
açsaydım çıkacak şeyler kıskançlık olmazdı. açsaydım sadece rengi belirsiz flu bir duman çıkardı sanırım. bir kadının kendi oynayıp kendi izlediği bir sokakta lamba ışığında beliren toz zerrecikleridir olsa olsa. o toz ciğerine değer soluğuyla kadının. kadın öksürür. çıkan benim gücüme gidişimdir. başka gören oldu mu diye bir umut etrafıma bakarım ama biletler günler öncesinden atılmıştır. körebenin etrafta bulacağı kimsesi yoktur ama kuralı bozmaz, yine de arar. bu pasaklı bir oyundur.
bu yazı harflerin küçüğünü seslerin ünlüsünü seçer. sakince ve sessizce ne dile ne dişe değmeden söze erer sesler. harflerin küçülmesiyse benim suçum değildir. suç acıya kesilen faturadır ve söz peşinatıdır. bu yazı ise vadesi geçmiş bir senedin faizidir.
rüyada görülen sarılar masalar eski dostlar neye dalalet acaba. eskiyen kaygılara, yokuş yukarı itilen bavullara ve anahtarı boşa dönen kilitlere sanırım. eğer elimdeki anahtarsa hangisini açacak acaba? kapıyı mı yoksa bavulu mu? kapıyı açarsa kalırım, bavulu açarsa küçük düşerim. içinde tüm hayatım var, içinde benim içim. benim küçülmem kimsenin suçu değildir. rüya bunu istemiştir ve ben uçurumdan küçülerek düşmüşümdür. uyanmak bir şişe suyu içebilmek için nefessiz kalmayı göze almaktır. rüya herşey kötüye gitse de rüya olduğunu bilme hissidir. gerçek ise susamak. gerçek rüyadan kalmanın artık güne başlıyor olmasıdır.
bu bir yazı değildir, bir yanılsamadır. yıllar içinde farklı gözlerle okunacağının, yıllarca yanılınacağının göstergesidir. bu yanılsama şeklini alamadığım yüz ifadeleridir. kendimi anlatamadığımı sanmam ve yüzüm yerine kelimelere sarılmamdır. bu yazı her ifade gibidir.
o bakışları unutma sakın. çünkü tek nüshası sende...
okumayı beklediğim kitaplar var ve okunmayı bekleyen. mesela biri gecenin sonuna yolculuk. en çok başlığını merak ediyorum. bu başlık nasıl tamamlıyor acaba kitabı. en çok kendimi merak ediyorum. okurken, sonrasında neler olacağım, neye döneceğim, nerede olacağım. en çok kendimi merak ediyorum, her son sayfayı çevirişimde şimdiki gibi soğukkanlı olabilecek miyim diye. her nüsha tektir, çünkü her okuyan başka anlar. başka kitaplar okur. o yüzden o bakışları unut, nasıl olsa atarsın sonunda... başkalarına da atılır öyle bakışlar.
bu yazı alın yazısı. neye baksam, neyi okusam, kimin rüyasına girsem de değişmeyecek olandır. zaman içinde buruşup dalgalanacak alnıma vurandır, kıvrımlarına biriken ifadelerdir. her yaşanacak yılın hep yaşanacağına ve yaşanmışların ciğerlerime kadar işleyeceğine dair imzalanmış boş bir sayfadır. her yazı kitabın son sayfasıdır, her başlangıçta silinen ve yeniden okunan. ben şimdi çok okunaklı sayılmam. biraz silik çıktım son baskıdan. yenisinde altını çizerek ama içimden okuyacağım tüm sözlerimi.
bu cümle bu yazının sonudur. bu cümle ise sonrası gelmeyecek cümle...
Saturday, December 5
Thursday, December 3
sırım
Tuesday, December 1
d o l u n a y
üç kelimelik bir gece.
incir çekirdeği dol'usu dertlerim. atmosfer basıncıyla un ufak olmuş heveslerim. bi de yüzümden yansıyan ay'na.
üç heceli bir gece. bir haftanın yedi harfi varsa hepsi bu gecede.
sonbaharı kışa bağlayan ay'dınlıkta yürünecek ne kadar yol varsa bu gecede. bir tek eksik kışlık uykular. yaşanacak tüm s'onlar aynı ayın altında.
beni yarına bağlayan hece bu gece.
bugüne anlamını veren kelime yarın.
aysa istifini bozmadan duruyor öyle gökte.
Saturday, November 14
eve dönüş
geçen gün otobüste yine bi yabancı gibi insanları inceledim, gözlerinin içine baka baka. onların hikayelerini dinlemeye çalıştım. evlerini hayal ettim, çorapları delik mi diye merak ettim, hayallerini hayal ettim, sonra bazılarını sevdim, bazılarına uyuz oldum, kazağının kolu sökük, saçları boyalı, kambur bi teyzeye yer verdim, ama fönlü olan manikürlü hanıma vermedim. yani kendimce adalet dağıttım:)
sonra üzüldüm, kadınları düşündüm, yaşlılarını, yaşadıklarını, insanlara yaşattıklarını, onları nelerin yaşlandırdığını, nelere göğüs gerdiklerini, neleri sineye çektiklerini.. ne sonuca vardıklarını, yada varıp varmadıklarını.. hiç sıkılmıyorum böyle zamanlarda. insanların mahremlerine dokunuyorum sanki. herkesin birbirine yabancı olduğu, tek başına olduğu hatta kalabalığı görmezden gelip cama daldığı bi yerde, aslında ne kadar da kolay olduğunu düşündüm yanımdakinin omuzuna kafamı koymanın, acaba o teyze de benimle aynı fikri paylaşır mı? camdaki yansımadan izlediğinde kalabalığı, su kabarcıklarının arasından seçebildiğin gözlere dikince gözlerini insanlar bi irkiliyo. tedirgin oluyolar. sanki akşam evde ışık yanarken kalın perdeyi kapatmamışlar gibi bi hazır duruşa geçiyolar, başka yöne bakıyolar, akıllarındaki konuyu değiştiriyolar. sonra çaktırmadan ama tam da odaklanmadan bi göz kaçırıyolar benim olduğum yöne, eğer hala bakıyosam bu sefer kafalarını çeviriyolar suç üstü yakalanmış bi çocuk gibi. ama ne gerek var, sende ordasın ben de ve biz o evrende içinde can besleyen sayılı varlıktan biriyiz, neden gözmezden gelelim birbirimizi. o kadar mı sıkıcı insan olmak. o kadar mı ürküyoruz türümüzden, mucizevi halimizden.
ama gözetleme işi hep var içimde. bana bakmayanlara bakma, baktığımı bilmedikleri zaman doya doya bakma. o yüzden bahçeli evlerini severim. orda insanlar genelde perde kapamaz akşamları. sokaklardan geçerken içeri bakarım o pencerelerden, neler yapıyolar, duvarları ne renk.. ne kadar çok ev görürsem o kadar mutlu olurum.
istanbulun da sokağa sarkan hayatlarını seviyorum bu yüzden. kenar mahallelerde pencereden sarkan çocuklar, teyzeler, karşı binaya uzanan ipe takılmış paçalı donlar, taklit kotlar, kapı önü tavla çeviren işsiz güçsüz tipler, ya da tarihi bi sebile bağlanmış keçi (kiminse…). ahırlı, bahçeli, tarlalı evlerindeki yaşamlarını bi göz odaya sığdırmaya çalışan kırsal insanlar,
ve kent denen içli köfte tezgahı…
Thursday, November 12
Sunday, November 8
fener
bugün gözlerine baktım sen başka bir yere bakarken. en sevdiğim yerdeydim, senin yanında. bugün yaza inat uzayan, kışa inat ısınan bir mevsimdeydim. eski okulumun önünde ve ölümcül bir virüsten bi aksırık ötedeydim. özlediğim ve bile bile yolumu düşürmediğim sokakları gezdim. üç gündür yememiş gibi üç simit yemdim ve belki bir iki laf. ama dert değil, bugün elindeydim, kendimin ucunda ve senin dibinde… bugün sana baktım, bir aksırık öteden gözlerine baktım, gözlerinin baktığı yere baktım, onlar başkasına bakarken. bugün en sevdiğim yerdeyim, iki şehrin arasında. bugün ince giyinmiş bir kışım ısınmak için sonunun gelmesini bekleyen.
Saturday, November 7
Wednesday, November 4
atopos
Monday, November 2
monolog
he says:
şimdi bu Mp3lerde shuffle all var ya.
herşeyi karıştırıp çalıyor
she says:
bence bunun insanların algılayış ve yaşayışlarında etkisi var
he says:
eskiden karışık kasetler yapardık ama o karışıkların bile sırası vardı
sırasını ezberlerdik, o sıra özenle düzenlenirdi
she says:
şimdi çok yavaş bi şarkıdan çok hızlısına atlayıveriyorsun
he says:
düşündüm: acaba şarkıların tadına, dokusuna zarar verir mi bu diye?
belki de anlamlanması için bi sırayı takip etmeleri gerekir
she says:
insanların anlamlanması için de belli bir sırayı takip etmeleri gerekir
he says:
hayatını shuffle yaparsan ya da hayatındaki insanları... çorba olur hiçbirinin tadı anlamı çıkmaz ortaya
she says:
nasıl olsa insan çok. bi sonrakini dinlerim demek bu devrin hastalığı, ve yüzeysel ve uçucu ilişkilerde yan tesiri olabilir
he says:
ben kendime hasta diyebilirim. ben hastayım.
sosyal bilimciler doktorluk yapmaya kalksa belki umudumuz olabilir (şu toplum mühendisleri)
she says:
yada mühendis elinden çıkmış toplumlar ne kadar sağlıklı olur der insan sonra
he says:
yazdıklarımızı saklama sözünü hatırlıyomusun
she says:
ben saklıyorum. hem de tarihleriyle birlikte
he says:
hiçbişey hiçbişeyi daha iyi yapmıyor ama
she says:
ve insanlar değişmiyor
ve sen hep aynısın.
ve ben de
he says:
tek yaşamaya, yalnızlığa cesareti varmı bu insanların? sanmam.
she says:
o yüzden sırası bozuk ilişkilerle doldur hayatını dur. döndür dur
he says:
bakalım sonraki şarkı ne olacak diye merak ederek dinlediğin şarkıyı, o emeği, kurguyu ortasında kes. ve al sana tüketilmiş bir insaniyet
she says:
hepsini silmek göndermemek isterdim ama çok geç
he says:
okuduysan buraya kadar
she says:
sil
I say:
ben saklarım.
aksak
...evet birbirimizi sevmiyorduk ama zehirli yalnızlığımızı paylaşmak için de birbirimizden başka alternatifimiz yoktu...
zehirli yalnızlık.........tek
paylaşmak................çift
sevmiyoduk................tek
birbirimiz...............çift
bilirim bu aksak ritm. bilirim böyle ilişkiler iki ileri bi geri gider, bilirim beraber uyuyabilmek zordur. uyunmaz oyle hemen...
bilirim çünkü uyuyamıyorum ben.
zehirin panzehiri aynı türden başka bi zehirdir. başka alternatif olmaması ondandır. ama zehirin adı yalnızlık olunca işler değişir. yalnızlığın ancak kendi yalnızlığınla geçer, başkasının yalnızlığı sana yar olmaz, aynı kutup mıknatıs gibi, sırtını dönersin seni geri çeker, yüzünü dönersin itiverir, o sana sırtını döner, arkadan istemsizce yapışırsın saçlarına, kokusunu kakarsın aklına, çekersin kendine, sana yüzünü döndüğünde görmek istediğin gibi görünmez, bakamazsın itersin yine.
sonra yılarsın.. olmaz ite kaka, düm te ka düm “tek”...
.
yıllar oldu o fotoyu çekeli ama ben hala buz eriyecek diye hep korkarım, foto bozulacak diye. bundan gerçekten korkuyorum.
belki de öyle görünmeye çalışıyorumdur, yani güçlü dediğin türden. ama buzu en çok yaz sıcağında ararız, bu çok tehlikeli. en dayanıksız olduğu durumlarda varolabiliyor bu buz dediğin. bu da çok dramatik. dramatikle beyazlar daha beyaz, ayazlar daha ayaz.
nedensiz? ve nedenben?
bi yaz sıcağında ankarada, daha lisede kendi kendime kavruldum, boncuk böcegi gibi kıvrıldım içimdeki en arka köşeye. kendimden bile saklanasım geldi.. balkona çıktım, iğde kokuyordu, dolunay vardı, içim kanıyordu, gözüm doluyordu ama boşuna..
hiçbişiim yoktu aslında..
aslında hiç bir şeyim yoktu--nedeni buydu huzursuzluğumun.
bunu anlamış olmam, aklımın isyanı, kendi kendimi yatıştıramamam. o gün çok mu sıcaktı yoksa yalınayak balkonda içim içimden çıkmakla cebelleşirken farketmedim mi bilmiyorum..
ama geriye "o duyguyu bi kere yaşadın mı hep yaşarsın kızım" diye bi özöğüt kaldı. öylede olyor. ama yeniliyor da bu duygu.
bi kış (galiba aynı yazın kışı), evde tek başıma girdim gelen yıla. başucumda şarap şişesi film izleyip şarkı mırıldanarak. herkes kalabalıklar arasında (yeni)yıllanırken ben yalnızlığımı kumarda yendim. kendimi farkettim. o zaman içim rahat etti.
mesele bir şeyin olup olmaması değil, kaybedecek hiçbişeyin olup olmaması sanırım... kaybedecek hiçbişeyin yoksa eğer, bi boşluğa düşüyorsun. sonra yüksek duvarlı dar bi havuzun içinde yorgunluktan ölene kadar yüzüyorsun...
ama o gece aslında kaybetmemem gereken en önemli şeyin farkına vardım, kendimi farkettim. onu kaybetmemeliyim diye biriktirdim tüm hayatımı üstüne.
ee iyi bok yedin deme şimdi, iyi mi kötü mü bilmem ama yalnızlık böyle bi şey. yaln olmak, yalın olmak yani..
hiçbişiim yoktu aslında..
aslında hiç bir şeyim yoktu--nedeni buydu huzursuzluğumun.
bunu anlamış olmam, aklımın isyanı, kendi kendimi yatıştıramamam. o gün çok mu sıcaktı yoksa yalınayak balkonda içim içimden çıkmakla cebelleşirken farketmedim mi bilmiyorum..
ama geriye "o duyguyu bi kere yaşadın mı hep yaşarsın kızım" diye bi özöğüt kaldı. öylede olyor. ama yeniliyor da bu duygu.
bi kış (galiba aynı yazın kışı), evde tek başıma girdim gelen yıla. başucumda şarap şişesi film izleyip şarkı mırıldanarak. herkes kalabalıklar arasında (yeni)yıllanırken ben yalnızlığımı kumarda yendim. kendimi farkettim. o zaman içim rahat etti.
mesele bir şeyin olup olmaması değil, kaybedecek hiçbişeyin olup olmaması sanırım... kaybedecek hiçbişeyin yoksa eğer, bi boşluğa düşüyorsun. sonra yüksek duvarlı dar bi havuzun içinde yorgunluktan ölene kadar yüzüyorsun...
ama o gece aslında kaybetmemem gereken en önemli şeyin farkına vardım, kendimi farkettim. onu kaybetmemeliyim diye biriktirdim tüm hayatımı üstüne.
ee iyi bok yedin deme şimdi, iyi mi kötü mü bilmem ama yalnızlık böyle bi şey. yaln olmak, yalın olmak yani..
Monday, October 26
gelgit
Wednesday, October 21
distopya
Uyanınca yanağında yastık izi kalmayan,
yürürken sendelemediğin,
uyurken horlanmayan,
her hatanın bir telafisinin olduğu,
kopya çekilmeyen,
herkesin herşeyi zaten bildiği dolayısıyla kitap okunmayan,
endişenin ve merakın değil huzurun ayyuka vardığı,
suda çok kalınca bile parmaklarının buruşmadığı,
ayakkabı içinden çorabının sıyrılmadığ,
sevgililerin kavga etmediği,
fındıkların kabuksuz olduğu,
herkesin fotoğrafta güzel çıktığı,
kimsenin para sıkıntısı çekmediği bu sayede son paramızla bi bira içelim denmeyen, betona oturunca karnımın ağrımadığı
ve annemin ballı süt ısıtmadığı,
internetin sınırsız olduğu
ve insanların saklayacak bir şeyleri olmadığı için kalın perde kullanmadığı,
takside hep bozuk uzatılan,
rafların tozlanmadığı,
fermuarın sıkışmadığı,
dondurmanın erimediği,
yokuşların sadece hafta sonu gezilerinde tırmanıldığı,
kimsenin gününün kötü geçmediği bu yüzden kötü gün sonunda eve gelmenin huzurunu tadamayanlarla, fahrenaytı santigrata çevirmesini bilenlere dolu bir yer.
Bir idealar dünyası…
olsa olsa bir distopya!
Ve bunların hepsinin tersinin olduğu bir yerse ancak bir ütopyadır benim aklımda. Kitaplarda idealize edilenler değil, benim olan, asıl olandır ütopya… bir olasılığın varlığıdır, bazen 451 olasılığın varlığıdır… kutupların iki tane olması gibi farklılaşabilmek de olabilir belki. “ou” olmayan demektir. Ve olmayanın olma ihtimalidir outopia…
Kağıdın yanma ısısıdır… ve yanarken verdiği sıcaklık…
yürürken sendelemediğin,
uyurken horlanmayan,
her hatanın bir telafisinin olduğu,
kopya çekilmeyen,
herkesin herşeyi zaten bildiği dolayısıyla kitap okunmayan,
endişenin ve merakın değil huzurun ayyuka vardığı,
suda çok kalınca bile parmaklarının buruşmadığı,
ayakkabı içinden çorabının sıyrılmadığ,
sevgililerin kavga etmediği,
fındıkların kabuksuz olduğu,
herkesin fotoğrafta güzel çıktığı,
kimsenin para sıkıntısı çekmediği bu sayede son paramızla bi bira içelim denmeyen, betona oturunca karnımın ağrımadığı
ve annemin ballı süt ısıtmadığı,
internetin sınırsız olduğu
ve insanların saklayacak bir şeyleri olmadığı için kalın perde kullanmadığı,
takside hep bozuk uzatılan,
rafların tozlanmadığı,
fermuarın sıkışmadığı,
dondurmanın erimediği,
yokuşların sadece hafta sonu gezilerinde tırmanıldığı,
kimsenin gününün kötü geçmediği bu yüzden kötü gün sonunda eve gelmenin huzurunu tadamayanlarla, fahrenaytı santigrata çevirmesini bilenlere dolu bir yer.
Bir idealar dünyası…
olsa olsa bir distopya!
Ve bunların hepsinin tersinin olduğu bir yerse ancak bir ütopyadır benim aklımda. Kitaplarda idealize edilenler değil, benim olan, asıl olandır ütopya… bir olasılığın varlığıdır, bazen 451 olasılığın varlığıdır… kutupların iki tane olması gibi farklılaşabilmek de olabilir belki. “ou” olmayan demektir. Ve olmayanın olma ihtimalidir outopia…
Kağıdın yanma ısısıdır… ve yanarken verdiği sıcaklık…
ey şehir! sen nesin?
bir masal vardı bu şehre dair
sütü bal koyuluğunda
gözleri kara
uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe
ey şehir!
sen yoksun
sütü bal koyuluğunda
gözleri kara
uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe
ey şehir!
sen yoksun
ay'dınlık
“Ay” gücenmezsen bir sorum var, neden devamlı ordasın? Bunun bir amacı, anlamı var mı yoksa sadece öylesine mi? Eğer bir amacı varsa başım üstüne, eğer çocuklara masal olsun diye ya da sevenlere buluşma noktası olsun diye ise, hep kal bildiğimiz yerde. Ama eğer bir nedeni yoksa bir soru daha gelir aklıma. Bu sonsuz alemde neden hep aynı kürenin kökündesin. Hiç mi merak etmezsin daha kırmızı ya da daha yumuşak, belki üçgen diyarları? Hem sen gidersen yıldızlar yaklaşmaya cesaret bulur. Hem sen gidersen ben de bu halime bir bahane bulurum.
Ay gitti ondan derim.
Ay bile gidebildi derim.
Ay gitti ondan derim.
Ay bile gidebildi derim.
Friday, October 16
boş'vermeyi göze alabilmek
tüm bu kozmik karmaşadan sıyrılabilir mi acaba?
karanlık... gözbebeğini bilye kadar büyüten bi zifir, beraberinde kulağı sağır eden bi sessizlik. havasız bi boşluk. bedenin etrafını saran bu atmosferimsi madde olmasa nasıl hissederdi acaba? gerçek bir boşluktan bahsediyorum. nefes alırken içini havayla değil boşlukla doldurmaktan. ağırlığın ve hafifliğin, yerçekiminin olmadığı bir bomboşlukta nasıl var hissederdi hendini? acaba his edebilir mi?
sesler sessizleştikçe kulak daha çok duyar ya, hisler hissizleştikçe akıl daha mı çok algılar acaba? tüm bu değişkenleri sıfırlayınca akla hacet kalırmı ki aceb? bilinç safdışı bırakılabilir mi. boş'verilebilir mi?
en iyisi kaçmak lazım.
göz alabildiğine kaçmak.
göze alınamayanlara kaçmak...
karanlık... gözbebeğini bilye kadar büyüten bi zifir, beraberinde kulağı sağır eden bi sessizlik. havasız bi boşluk. bedenin etrafını saran bu atmosferimsi madde olmasa nasıl hissederdi acaba? gerçek bir boşluktan bahsediyorum. nefes alırken içini havayla değil boşlukla doldurmaktan. ağırlığın ve hafifliğin, yerçekiminin olmadığı bir bomboşlukta nasıl var hissederdi hendini? acaba his edebilir mi?
sesler sessizleştikçe kulak daha çok duyar ya, hisler hissizleştikçe akıl daha mı çok algılar acaba? tüm bu değişkenleri sıfırlayınca akla hacet kalırmı ki aceb? bilinç safdışı bırakılabilir mi. boş'verilebilir mi?
en iyisi kaçmak lazım.
göz alabildiğine kaçmak.
göze alınamayanlara kaçmak...
Sunday, October 11
'iki başlı ejder'
yağmrun yağma olasılığı,
yağmurun yağmama olasılığı
444 km. ötede 41-29'da yokuş aşağı akan suya basmadan 38 numaranın önündeki çöpe ilerleyen kedisini kaybettiğini düşünürken odaya esen yağmur kokusuyla avunan komşunun yanlış akor basma olasılığı veya kedinin suya basmama olasılığı. senin bu ana tanıklık etme olasılığın ya da benim sanıklık etme olasılığım
bu kaydı yayınlama olasılığı - bu kaydı yayınlama olmayasılığı
yağmurun yağmama olasılığı
444 km. ötede 41-29'da yokuş aşağı akan suya basmadan 38 numaranın önündeki çöpe ilerleyen kedisini kaybettiğini düşünürken odaya esen yağmur kokusuyla avunan komşunun yanlış akor basma olasılığı veya kedinin suya basmama olasılığı. senin bu ana tanıklık etme olasılığın ya da benim sanıklık etme olasılığım
bu kaydı yayınlama olasılığı - bu kaydı yayınlama olmayasılığı
Saturday, October 10
Friday, October 2
Thursday, October 1
kim var orda?
albertina sen misin?
birinci ekimin sonuncu baharı anladı imdat aslında bir ünlem ve fısıldanırsa kimse duymaz. yazın sonunda yorgun dargın açılan kapıda mı suç yoksa ayak parmaklarının arasından dalıp gittiği ufukta mı! zayıflığı yemediğinden değil. dün söyledi gizlide, akşam boyu kursağından bi lokma heves geçmemiş. uzun lafın kısası makbuldür diyip çiçekleri vazoya koyup kapıyı çekmiş. açıldı ya işte kapı, çatılar bacalar kapatsa da ufkunu, bir umutla yavan yavan yutkunur yolu yarılamış sözleri. nerdeydi bu terlikler, sen mi geldin diyenler? sözümü balla kesenler? sonbaharda çiçek yerine yaprak almak kimin aklına gelmediyse o kişi öğretmişti cümleyi noktanın başına koymayı. ünlemse dedi pencereyi aralarken, aslında her cümlemin sonunda...
Tuesday, September 29
in a manner of speaking...
tek yön seçtiğin tüm yollar
Hani ağlamak gelir içinden ama akmaz yaş
Hani çığlığın kalır içinde, ölür yavaş yavaş
Hani gözlerin,
Kağıtlara dalar, boşboş bakar
Yazmak gelir içinden ama yazamazsın
Umursamazlık bir hastalık gibi sarar kalemini kurtulamazsın
ve anlarsın…
Bedenin özgür kalsa neye yarar?
Acıtır ruhunu içinde kalanlar
Dönemezsin artık geriye,
meşgule düşer tüm telefonlar...
Friday, September 18
Monday, June 8
atm'de çam sakızlı parmak izi
elimden gelenin en iyisi bir filme kendimi kaptırmak, oyle bir kaptırmak ki, o fon müziğiyle akbil basmak ertesi sabah. elimden gelenin en iyisi affolmak, öyle bir affolmak ki affetmekten aciz olmak.
sadece plan yaparak kurtulabiliriz sonunu kestiremediğimiz dönümlerden, ve planlar aslında hiç planda olmayan yollardır tuttuğumuz. sonra yol tutar, ilk petrol ofisinde kusulur, o başka.
bana aitler listesine parmak izimden başka daha ne ekleyebilirim ki?
sadece plan yaparak kurtulabiliriz sonunu kestiremediğimiz dönümlerden, ve planlar aslında hiç planda olmayan yollardır tuttuğumuz. sonra yol tutar, ilk petrol ofisinde kusulur, o başka.
bana aitler listesine parmak izimden başka daha ne ekleyebilirim ki?
Sunday, June 7
sessiz study'de içimden konuşuyorum ama yine gürültü oluyor
kurduğumuz cümleleri hep şu anla ilişkilendirmeye çalışıyoruz. Ya da bunu istemsiz yapıyoruz. O zaman alakasız söz yok, alakasız dinleyici var.
Saturday, June 6
zamanı geri al, gelecek içime sinmiyor
aklım fight club'a takıldı.
bu filmin jenerasyonumuzun kült filmi olmasına takıldı. kültürümüz bile değil aslında o bizim. yani türkiye kayıp bi dönem yaşamıyordu 2000’lere kadar. evet tüketim çılgınlığı dikte ettirildi ama değerlerimiz direndi buna. ama seksen gençliği kontrolü ele alacak yaşa gelince direnci kalmadı güzelim ananemizin, bayram üstü likörlerin, okulun ilk günü ütülenen önlüklerin.
ama şimdi tüketmesini bile bilmeyen bizler, tüketim toplumlarının, tüketecek bir şeyi kalmamış toplumların kayboluşlarına, paralardan gökdelenlerin arasındaki açlıklarına ve akrepler gibi çaresizlikle kendilerini sokuşlarına öykünüyoruz.
bizim büyük aşkımız yok. yani aslında var, sultan filminde türkan şoraydır benim aşık halim, ya da kim imrenmemiştir kadirinanırın dikiz aynasından bakışlarına selvi boylumda. ama biz bunları unutup iki eroinmanın aşkını büyütüyoruz içimizde, onlarınki gibi bi şey sanıyoruz romeo ve julietinkini.. bizim bile olmayan rüyalara ağıtlar yakıyoruz. sözümona, profillerimize fight club, bukowski, requem for a dream yazıp narinliğimizi, kırılgan kalplerimizi hissettiriyoruz bizi anlasın, düşünsün, aa ne kadar da farklı ne kadarda içli biriymiş desin diye bi grup internet asosyali.
ben kendimi de eleştiriyorum böyle diyerek. benim de kült filmim fight club maalesef. ama sıkıldım artık bu höstmodernizimden
bıraksın bizi kuantum (meta)fiziği. ben gerçeklik istiyorum, yapısal bi şeyler. istediğim gibi varedemeyim dünyayı mümkünse, onun varoluşuna dahil olayım istiyorum, çünkü bi dünya yaratmak, değerler bütünü oluşturmak, bi de bunun gerçekliğine inandırmak, yani kendini kandırmak çok zor geliyor bana.
bi tanrı olsun, ya da bi kaç tane. bana bu böyledir bu değildir desin. ben de kulu olayım o tanrının. kul olayım. kendim tanrıyı oynamak istemiyorum...
Subscribe to:
Posts (Atom)