Tuesday, December 20

çok üzgünüm.

eylül geçmiş,
ruhum bile duymadı.

Thursday, November 17

ben kim oluyorsam.

korktuklarımın başıma gelmesi benim kararlarımın sonucudur.
katlanırım.

ama,
korktuklarımın sevdiklerimin başına gelmesi

işte bu,
karnıma yediğim yumruk gibi iki büklüm katlayıp bırakıyo beni sokak ortasında.
çaresiz.

tüm üzüntüleri içime işliyor. ama faturasını kendime kesemedikçe sindiremiyorum bir türlü.

Saturday, October 22

tecrübe konuşuyor

buhranlar
hatalar
kanmalar
beynin akla ve bedene edilenleri rasyonalize etme çabaları,
başaramayışları
çelişki
gam.

geçmiş.

tecrübe,
geçmişe bakarken odak uzaklığının değişmesi demektir.
uzaktaki duyguların netleşmesi
içinde bulunulanın flulaşmasıdır.
bu hal maruz kalınanı katlanır kılar.

tecrübe bakış açısı kazanmak
yani bakış açılarını kurban etmektir.

tecrübe, buhranlara vesile tekerrürler ihtimalinde
erken teşhis koymak
ve akabinde aklı, bedeni ve düzeni muhafaza etmek içindir.

tecrübe, hassasiyetin umursamazlığa dönüşmesi,
ümidin sıradanlaşması,
bir yandan tahammülsüzlüğün bir yandan da toleransın artmasıdır.

tecrübe dağlanmış yüreğin
işlemden geçip
rafine edilip
kavanozlanıp
rafa kaldırılmasıdır.


Monday, October 17

bir Adam






üzgünüm
geçmişte 
kaldın
öyle 
ılık 
bir 
yaz 
gecesiydi
hakkımız 
olmadan 
birbirini 
aradı 
gözlerimiz
ve 
zamana 
terkedildi 
kaderimiz
çok 
güzel 
bir 
hevestin 
ve 
öyle 
de 
kaldın
.

Monday, October 10

nimbus

çocukken yıldızları sevmezdim. sahici gelmezdi
bize çizdirdikleri gibi değildi çünkü.

uzay da bi uzak gelirdi. ve karanlık,
biliyorsun karanlıktan korkarım.

bulutlar öyle değildi ama.
onlar beyazdı ve yumuşak.

onuncu ayın onu geçti bulut içinde.
şiire dönmeyecek bu yazı,
boşuna bekleme.

bulut içinde olmak şairanelikten çok uzak,
yakında solungaçlarım geri çıkacak!

Wednesday, September 28

varak

ben de belediye başkanı olsam
ben de yaprakların süpürülmesini yasaklardım.
siyah asvaltta, koyu kahve tuğla evlerle gün batımı turuncusu bir kontrast.


woody allen'ın newyork mekanlı filmlerini andırıyor bana.
külçe külçe parlayan,
yerden yansıyıp adamın içini ısıtan bi renk var dalından vazgeçmiş bu yapraklarda.


çocukluğumda kurumuş nehir yatağını doldurmuş çınarların yapraklarında boğuşmalarımızı hatılrlıyorum babamla.


ağaçların, günlerin kısaldığını hissetmesi
ve bir jest gibi,
azalan günle azalması,
hüznü değil, keyfi çağrıştırıyor bana.


öyle işte.

Tuesday, September 20

ankarayı değil

kediyi çok özledim.

umarım o ölmeden bunu ona söyleyebilirim.

Monday, September 12

üçleme

-ilk-
ay bile savruldu rüzgarla
bu tedirginlik nasıl bir halatla düğümlüyse bana


-ilk-
merhaba.
yokluğunun bilincindeydim.
ne yalan söyliyim
seni hiç özlememişim.

-ilk-
yanılgı düştüğüm koca bir çukur,
ben o çok iyi bellediğim benim.

-nakarat-
tolstoya inanmıyorum ben arkadaş;
herbirimiz her şeyin ve en tabii kendimizin
sonsuz tekerrürleriyiz.

Monday, August 29

malihulya

öğleden önce yağmur yağmış. çimler ıslaktı. ben hırkamı serip oturuverdim, o oturmaya çekindi. "ya n'olucak!" dedim, şalımı uzattım oturur diye.

kıyamadı!

günler sonra dün sabah "sen ölüyorsun, o ise hep kalacak." diye geçirdim içimden, aynı akşamı aklımda yeniden yaşarken. bi bez parçası daha kıymetsiz değil belki, evet. ama işte "sen ölüyorsun, o ise kalacak".

günler sonra bu sabah bu düşüncenin şu satırlardan mal olduğuna kanaat getirdim.

"... bir kadın trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebillirdi. ... göz mü mühim, kömür parçasımı ..."*

günler sonra bu akşam trier'nin son filmini şu kıtadan feyz alıp çektiğine kanaat getirdim.

"Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır."*



günler sonra şimdi korkularımın evrenin yüceliğinden kaynaklandığını anladım. küçükken sandalyelerin altına kıvrılırdım ve hiç büyük ev merakım olmadı. her yerimi saran şehirler bile doğanın sinsi sessizliğini gidermiyor. tüm metal tamtamların, kapılı ve pencereli beton mağaraların, pişmiş et kokusunun ve insan mahsülü ifadelerin arasında, arkasında, sessizce kurbanını bekleyen vahşi gibi beni beklediğini bildiğim doğanın sükunetinden tedirginliğim.
acizliğim, 
tüm bu melül hulyalara kanışımın nedeni.


* bu sözleri sahibi 
   sabahattin ali
**samagona her kim ise, hak veriyorum. bu filmden sonra, ne oluyorsa oluyor, bi şekilde akla senkronizasyon geliyor.

Thursday, August 25

Wednesday, August 24

otography - bokokraphy

sen şimdi aç facebookta fotoğrafyanı,
bi de üç beş gezdiğin gördüğün yerlerin fotoğrafını koy 
komşuya yeni perde takımlarını gösteriyor sanki,
ne damak tadı, ne göz estetiği...
yaa ne bileyim işte, bitiremedim bile cümleyi!


huysuz bir ihtiyar oluyorum! böyle böyle olunuyor sanırım.

Friday, August 19

pillow talk


nefes aralıklarımdan uyumadığımı anlamış olmalı,
söyleyecek birşeyler ararken zaman kazanmak için yutkundu.
sıkıntısını görüp lafı ben aldım.
öyle karanlık ki tavanı bile seçemiyor gözlerim.
karanlıkla sözlerim de seçilmez diye rahatça saçmalayabillirdim.

davuta bakan michelangeloyu görür diye başladım.
ama rembrantın heykeline bakan heykeltraştansa gösterdiği ressamı görür.
işte gösteren ve gösterilen arasındaki saçma ilişki için hayatlarımızı heba ediyoruz belki de dedim.
bunca yıl sanat felsefesi okuduğunu ama böyle bi benzeştirmeyi ne duyduğunu ne de okuduğunu söyledi.

laf dolandı orijinal-sahte ayrımına geldi. 
ikimiz de böyle bir ayrımın salakça olduğu konusunda hemfikirdik.
yeri gelmişken kiarostami'nin bir filminden bahsettim
diline yabancı olsa gerek,
ben söylerken o unuttu

tekrar sorduğunda 
ilk gecemizden beri yapıyoruz bunları dedim
çok karanlıktı anlamadı
yastık sohbetini dedim

sonra iyi yastığı bana verdiğini anımsadım
gülümsedim
ama kimse görmedi çok karanlıkltı
o da gülümsedi 
ama ben göremedim çok karanlıktı

sonra uyumuşuz.

_da_ a_m_ c _




ben nerdeyim?

___________ __________!

Wednesday, July 20

İçtimaî mahluklarda sinsi çelişkileri hazmettirici metodlar


.


şöyle bi aynaya bakış attığın zamanları düşün,
kendinden korktuğun anlarını;
anlam aradığın ama bildiğin anlamların hiçbirini yükleyemediğin eylemlerini, yüklemlerini.
adı ile anlamı arasında sıkışıp kaldığın zorlama kişisel çıkarımlarını ekle. 
olan bitene tek gözünü kapat ve
çok boyutlu tecrübelerini ikiye indirirken gör bir de kendini aynada.
kendini suç üstü yakala.

içinden nasıl geliyorsa öyle bildiğin hallerini de düşün;
aklına girenle çıkanın hesabı olmayan, envantere kaydetmeye bile değmez bulduğun işlerini, oluşlarını.
uzamını, bağlamını bir kenarına iliştiremediğin, 
ve belki sıkıcı ve baskıcı yargıç gözlüğünden baksan kendine üleştirebileceğin 
ama buna bile üşenip
eşini dostunu değil de aklını fikrini sadeleştirdiğin hallerini düşün.
kalabalıkta kendini düşün,
düşüncelerine çelme takabildiğin son vites patinajlarını...

bi düşün bakalım hangisi daha çok dünyalı, hangisi daha çok uzaylı hissettiriyor kendini aynadakine?

hangisinde 
yerin yüzeyinde bir asvaltta yüzü koyun yapışmış, 
kanlı leşini, üzerinden gelen geçen arabaların motor seslerinden hızlarını tahmin ederken buluyorsun?

hangisinde 
uzayın yerçekimsiz, havasız, berrak ve uğultulu boşluğunda,
ve hatta beşinci boyutunda, zaman ve uzam ve bağlamın saçının teline dokunamadığı hafif ılık bi gezegenin yörüngesinde?

tamam aklını karıştırdım. özet vereyim;
vicdan ve erdem ters köşelerde iki şişe jack gibidir. 
kendini birinin kolundan öbürününkine atarsın.
sayelerinde kabul gördün sanırsın,
içini bir borçluluk duygusu kaplar,
bunun için onları kullandın sanırsın,
bu sefer de suçluluk duygusu sarar.
sonra kendini heder eder kusarsın ve sonra susarsın.
bu iki şey aynı tüfekten çıkan iki pare şarapnel gibidir,
seni parçalar, böler, ama çoğaltmaz.

işte sana tavsiyem:
kendini bil!
ama bunu dillendirme.
ha bir de, bilincine çok bulaşma.
mesafe koy aranıza, çok yüzgöz olma.
yoksa yüzüne vurur işte tüm bu mevz-u bahis (sanal) gerçekleri.

unutma! 
çektiğin azap senin değil,
vicdanın.
ve 
azabı vicdanın, sureti olamaz hiçbi günahın.

Saturday, July 2

sauron



görmediklerine görünmez olduğunu sansan da

 kandırmak retinayı
öyle kolay mı?

sana tavsiyem 
buğulu gözler
onlar herşeyi bulanık görürler
herşeyi bakışlarıyla eritebilirler

Monday, June 27

natürmort







































ormanda yürürken ölü bir ağaç gördüm dün.
bir ağaç kökleri hala sudayken, hala toprağa bağlıyken nasıl ölür diye düşündüm.
nasıl olur da içindeki can uçar gider dalına konan kuşlar gibi...
sonra bizi düşündüm
biz de öyle değil miyiz?
ilk cemreyle ayakkabılarınızı çıkarıp çimlere basmaz mıyız ilk iş?
uyanır uyanmaz pencereyi açıp havayı koklamaz mıyız?
her ay dolunaya bakakalmaz mıyız?
yol kenarında meyve ağacı görünce kenara çekip dallarına tırmanmaz mıyız?

eğer yapmıyorsak biz de ölmüşüz anlaşılan
lastik pabuçlar ayağımızı yerden kesmiş
ellerimiz meyva toplamıyor, kumanda kullanıyor
gözümüz yıldızları değil, neon ışıkları görüyor,
burnumuz baharı değil, parfümleri kokluyor
içimizdeki can uçmuş gitmiş,
sıkıntı ve sorumluluklar geriye kalan.

ama işin kötüsü
bunları vasıf sanmamız,
medeniyetten anladığımızın bunlardan ibaret olması
toprağa, suya, havaya giderken savaşa giden askerin silah kuşanması gibi
pahalı "trekking", "jogging", "scuba-diving" kostümleriyle komikleşmemiz
konforlu, yalıtımlı evlerimizde bile yalınayak yürümememiz
işin kötüsü teknolojinin herşeye hükmedebileceği yanılgımız
ve bu yanılgıyla medeni medinelerimizde ahkam kesmemiz

tüm bunlar neden oldu biliyor musunuz,
çünkü biz çambalını ağacın kavuğundan tatmayı unuttuk
biz ağaçların ne kadar uzun yaşadığını unuttuk
dolunayı sokak lambası ışığıyla karıştırır olduk

Wednesday, June 1

pas*

beşiktaşta sadece ara sokakların çıktığı bir parkta uyandım
kapşonum kapalı, ellerim cebimde ama gülümsüyorum
yağmurdan çekinmeden.
ve kaçışan insanlarla dalgamı geçiyorum
siz ki bir avuç yağmurdan bile tırsan camekan bebekleri diyorum
derken ayağım takıldı, kibirim gibi tümsekte kalmış bi taşa.
başımı kaldırdığımda
bir avuç insan gördüm
ellerinde kitapları, kiminin gözlüğü, kiminin pabucu
hepsi en şık kıyafetleriyle parkta buluşan türden.
ne koşuşanlar, ne şemsiyeler, ne bakışlarım, ne de yağmur...
bu insanlar oksitlense de, kuş da sıçsa, başları dik.
yağmura, şemsiyelerinin altına saklananlara, parkta uyumayanlara,
yağmurdan bile kaçar olanlara
başlarını dikmeye devam edecekler.
dimdik güneşi bekleyecekler.
ve belki paslanacaklarını bilseler de
güneşi zaptedecekler.
sadece bu insanlar işte,
bizim başımızı önümüze eğecekler.

*gecenin sekizde birine ad olan bu kelime bir edip cansever şiirine de söz olmuştur.

Monday, May 23

ikibinonbir mayısı

           geçen mayısı hatırlıyorum da...
           ne kadar hızlı geçiyor zaman.
                    ama mayıslar hep daha hızlı geçiyor zamandan

Saturday, May 14

çayır çimen işte


sonra arkada galata.
daha n'olsun?

*bizim büyük çaresizliğimizi gördüm az önce. hay allah, ankarada film çekmek kimin aklına gelirdi ki

Friday, May 13

sokak ortası

elbisemden içim görünüyo mu acaba
ne diycek beni görünce
üff keşke çıkmadan tuvalete girseydim
param yeter mi ki
o ısmarlamaz mı
ya gelmezse şu kadın demezmi "aa ekti kızı diye"
nolcak canım telefonla konuşuyomuş gibi yaparım yürür uzaklaşırım.
konuyu ilk kim açar acaba
o açarsa susarım bi önce
bakalım neler yumurtlayacak
hmm güzelmiş kızın babeti, nerden almış acaba
o ne giydi kim bilir. 
özendiğim anlaşılır mı ki
amaan anlaşılsa ne yazar
takan var sanki.
bu sefer hiç konuşmıcam. bırakıyım o anlatsın.
anlatçak neyi varsa, hıh!
of altıma yapıcam nerdesin.
hep ben beklerim zaten
bi gün de zamanında gelmedin
keşke pantolon giyseydim
nolcak canım sonrasında partiye gidicem derim olur biter
of salak sen de, zibille arkadaşın var sanki

tek tasam o da gidince,
sokağa çıkacak bir nedenim kalmayacak olması...

bisiklete binmek gibi işte. yıllar da geçse unutmuyo insan kaygı büyütmeyi.

in misin cin misin?

biri son postumu silmiş!

Wednesday, April 20

I am

 ;)

foto by J.G.

Sunday, March 27

genesis
























bedenimle ruhumun aynı zamanda aynı yerde olduğu zamanları seviyorum.
ah hele bir de keyfim de yerindeyse...

Wednesday, March 23

gülüştokuş



sonra "sesini duymak tabii ki güzel bir şey" dedi,
"ama ayrı olunca özlem biraz daha buruk tüter geniz yakarak."
sonra tebessümlerimizi takas ettik.
onun gülüşünde kendi gelmişi ve geçmişi vardı benimkine ek,
benimkindeyse boyu kısa diye yüzdüğü suyu derin sanan, 
aslını bilen ama pek anlamayan, anlamadıkça çaktırmayan,
ve bunların hepsini kimliğini saklıyormuş oyunu oynayıp,
bi bolgda başkalarına taslayan birinin,
sözün söyleyeni kadar çok anlamlı olmaya çalışan ama 
olmadığı her halinden belli olan,
yine de samimi,
herşeye rağmen kendi,
ve hep biraz dertli,
o bilindik,
dudakları içine bükük
bir ifade vardı.

*ve maalesef bu ifade sadece anadilinde bu ifadeydi. 

*fotoğrafa baktıkça düşündüm ki buna en çok chopin piyanosu yakışır.
evet.
bu.

Saturday, March 19

kuşbakışı

içinden bir sayı tut
ve sonra solundaki ilk sokağa sap
o sayının olduğı evi bul
yan duvarında bir şiir bulacaksın

dilini bilmesen de okuyacaksın
dördüncü mısranın yanına denk düşen pencereye bak
perdenin aralığından birini göreceksin
tanımasan da gülümseyeceksin

sonra alıcılar, vericiler, kornalar, motorlar, televizyon kanalları ve gazete başlıklarına bulanmış modern zamanlara direnen koca bir şehrin var olduğunu görüp denize çıktığını bildiğin ilk kanal boyunca kendini bile unutup yürüyeceksin.

işte bu,
tam da bu
işte tam böyle olur hayat
kuş bakışı.
adımlarından hızlı
kalp atışı

Sunday, March 13

Wednesday, March 9

Monday, March 7

şavk vurur, zilal düşer, arada olan ağaca olur

bir adı ya da bir anıyı,
ilk anlamıyla anabilmeyi ister.
duyduğu her kelimeyi, ilk anlamından öteye gitmeden,
daha el değmeden,
dili dolanmadan.

ama olmuyor.
kitaplarından çok uzak olduğu için belki
iç sesine söz geçiremediğinden ya da.

tıkırtılara uyanıyor,
çok karanlık, seçemiyor.
bir gölge her gece çöplerini karıştırıyor.
çıplak elleriyle yokluyor,
ne kaldıysa geriye,
karası tırnaklarına doluyor gölgenin

yine de içi rahat.
iyi bilir her gün doğar,
elbet biri çıkar,
geceyi sabah eder.

ve biz ona hürmet,
her sabah yatağımızı düzeltiriz.
geceyi gündüzden ayrı tuttuğumuzu bilsin isteriz.
gölgeyi ferinden,
bileni bilmeyeninden,
ve adını anısından.

kimi değer, kimi dolanır,
biri vurur, başkası düşer,
o eder, ben olurum.
sonra sen edersin, yine ben olurum.
gün olur, bi ben olurum.

bir ben ve tabi bir de gölgem

Tuesday, March 1

kendi kuyruğunu yiyen yılan ne türlü bir döngüyü simgeliyor olabilir?*

gecenin bir vaktinden sabahın bu saatine hala uyumadım.
ama dertten tasadan değil bu gece nöbeti.
kim inanır karanlıktan korktuğuma?

bi derdim var aslında,
artık benim de rollei 35im olsun istiyorum.
belki o zaman gördüklerime hakim olurum ve göremediklerimi umursamam.

ha bir de düşünüyorum belki tırnakları benim kadar renkli bir arkadaş edinirsem,
benim de bir gazellem olursa,
şöyle sıcak bi ülkede güzel bi konferans ayarlarsam,
elektrik süpürgesinin yerini bulursam,
ve her tanıştığım kişiye aklım karışık izlenimi vermekten kurtulursam,
ve bilimsel düşüncenin mantığını okumayı bitirirsem,
bir de hacışakir sabunlarıma kavuşursam,
her şey tam olur.

peki o zaman gece yemeklide içip içip sonra rahatsız pulman koluklarında kondüktörün "sincan" ya da aynı şekilde "bostancı" diye seslenişine kadar deliksiz uyurmuşçasına uyuyabilir miyim?

hmmm, sanmam. karanlık aynı karanlık.
nerden bakarsan bak otto yine otto.

*başlıkla ilgili ayrı bir post sonradan gelebilir (hem de fotoğraflı). bunun dışında dağınıklığın kusuruna bakmayın. olan biteni bi kolaylayım daha tertipli olacağım.

Saturday, February 19

zamanaşımı

ben o günlerde penceremden istanbulu görüyordum.

Monday, February 14

leb-i sevda

ya böyledir işte kara sevda.
hem karada, hem suda,
hastalıkta ve sağlıkta.

emin ol o da senin için ağlıyor nehrin kıyısında,
sırılsıklam, perişan ve düşünceli,
öylece yağmurun altında.

o da çok gelmek istiyor yanına,
ama işte, böyledir kara sevda,
ya karada ya suda.

Thursday, January 13