Tuesday, November 17
Saturday, November 14
eve dönüş
geçen gün otobüste yine bi yabancı gibi insanları inceledim, gözlerinin içine baka baka. onların hikayelerini dinlemeye çalıştım. evlerini hayal ettim, çorapları delik mi diye merak ettim, hayallerini hayal ettim, sonra bazılarını sevdim, bazılarına uyuz oldum, kazağının kolu sökük, saçları boyalı, kambur bi teyzeye yer verdim, ama fönlü olan manikürlü hanıma vermedim. yani kendimce adalet dağıttım:)
sonra üzüldüm, kadınları düşündüm, yaşlılarını, yaşadıklarını, insanlara yaşattıklarını, onları nelerin yaşlandırdığını, nelere göğüs gerdiklerini, neleri sineye çektiklerini.. ne sonuca vardıklarını, yada varıp varmadıklarını.. hiç sıkılmıyorum böyle zamanlarda. insanların mahremlerine dokunuyorum sanki. herkesin birbirine yabancı olduğu, tek başına olduğu hatta kalabalığı görmezden gelip cama daldığı bi yerde, aslında ne kadar da kolay olduğunu düşündüm yanımdakinin omuzuna kafamı koymanın, acaba o teyze de benimle aynı fikri paylaşır mı? camdaki yansımadan izlediğinde kalabalığı, su kabarcıklarının arasından seçebildiğin gözlere dikince gözlerini insanlar bi irkiliyo. tedirgin oluyolar. sanki akşam evde ışık yanarken kalın perdeyi kapatmamışlar gibi bi hazır duruşa geçiyolar, başka yöne bakıyolar, akıllarındaki konuyu değiştiriyolar. sonra çaktırmadan ama tam da odaklanmadan bi göz kaçırıyolar benim olduğum yöne, eğer hala bakıyosam bu sefer kafalarını çeviriyolar suç üstü yakalanmış bi çocuk gibi. ama ne gerek var, sende ordasın ben de ve biz o evrende içinde can besleyen sayılı varlıktan biriyiz, neden gözmezden gelelim birbirimizi. o kadar mı sıkıcı insan olmak. o kadar mı ürküyoruz türümüzden, mucizevi halimizden.
ama gözetleme işi hep var içimde. bana bakmayanlara bakma, baktığımı bilmedikleri zaman doya doya bakma. o yüzden bahçeli evlerini severim. orda insanlar genelde perde kapamaz akşamları. sokaklardan geçerken içeri bakarım o pencerelerden, neler yapıyolar, duvarları ne renk.. ne kadar çok ev görürsem o kadar mutlu olurum.
istanbulun da sokağa sarkan hayatlarını seviyorum bu yüzden. kenar mahallelerde pencereden sarkan çocuklar, teyzeler, karşı binaya uzanan ipe takılmış paçalı donlar, taklit kotlar, kapı önü tavla çeviren işsiz güçsüz tipler, ya da tarihi bi sebile bağlanmış keçi (kiminse…). ahırlı, bahçeli, tarlalı evlerindeki yaşamlarını bi göz odaya sığdırmaya çalışan kırsal insanlar,
ve kent denen içli köfte tezgahı…
Thursday, November 12
Sunday, November 8
fener
bugün gözlerine baktım sen başka bir yere bakarken. en sevdiğim yerdeydim, senin yanında. bugün yaza inat uzayan, kışa inat ısınan bir mevsimdeydim. eski okulumun önünde ve ölümcül bir virüsten bi aksırık ötedeydim. özlediğim ve bile bile yolumu düşürmediğim sokakları gezdim. üç gündür yememiş gibi üç simit yemdim ve belki bir iki laf. ama dert değil, bugün elindeydim, kendimin ucunda ve senin dibinde… bugün sana baktım, bir aksırık öteden gözlerine baktım, gözlerinin baktığı yere baktım, onlar başkasına bakarken. bugün en sevdiğim yerdeyim, iki şehrin arasında. bugün ince giyinmiş bir kışım ısınmak için sonunun gelmesini bekleyen.
Saturday, November 7
Wednesday, November 4
atopos
Monday, November 2
monolog
he says:
şimdi bu Mp3lerde shuffle all var ya.
herşeyi karıştırıp çalıyor
she says:
bence bunun insanların algılayış ve yaşayışlarında etkisi var
he says:
eskiden karışık kasetler yapardık ama o karışıkların bile sırası vardı
sırasını ezberlerdik, o sıra özenle düzenlenirdi
she says:
şimdi çok yavaş bi şarkıdan çok hızlısına atlayıveriyorsun
he says:
düşündüm: acaba şarkıların tadına, dokusuna zarar verir mi bu diye?
belki de anlamlanması için bi sırayı takip etmeleri gerekir
she says:
insanların anlamlanması için de belli bir sırayı takip etmeleri gerekir
he says:
hayatını shuffle yaparsan ya da hayatındaki insanları... çorba olur hiçbirinin tadı anlamı çıkmaz ortaya
she says:
nasıl olsa insan çok. bi sonrakini dinlerim demek bu devrin hastalığı, ve yüzeysel ve uçucu ilişkilerde yan tesiri olabilir
he says:
ben kendime hasta diyebilirim. ben hastayım.
sosyal bilimciler doktorluk yapmaya kalksa belki umudumuz olabilir (şu toplum mühendisleri)
she says:
yada mühendis elinden çıkmış toplumlar ne kadar sağlıklı olur der insan sonra
he says:
yazdıklarımızı saklama sözünü hatırlıyomusun
she says:
ben saklıyorum. hem de tarihleriyle birlikte
he says:
hiçbişey hiçbişeyi daha iyi yapmıyor ama
she says:
ve insanlar değişmiyor
ve sen hep aynısın.
ve ben de
he says:
tek yaşamaya, yalnızlığa cesareti varmı bu insanların? sanmam.
she says:
o yüzden sırası bozuk ilişkilerle doldur hayatını dur. döndür dur
he says:
bakalım sonraki şarkı ne olacak diye merak ederek dinlediğin şarkıyı, o emeği, kurguyu ortasında kes. ve al sana tüketilmiş bir insaniyet
she says:
hepsini silmek göndermemek isterdim ama çok geç
he says:
okuduysan buraya kadar
she says:
sil
I say:
ben saklarım.
aksak
...evet birbirimizi sevmiyorduk ama zehirli yalnızlığımızı paylaşmak için de birbirimizden başka alternatifimiz yoktu...
zehirli yalnızlık.........tek
paylaşmak................çift
sevmiyoduk................tek
birbirimiz...............çift
bilirim bu aksak ritm. bilirim böyle ilişkiler iki ileri bi geri gider, bilirim beraber uyuyabilmek zordur. uyunmaz oyle hemen...
bilirim çünkü uyuyamıyorum ben.
zehirin panzehiri aynı türden başka bi zehirdir. başka alternatif olmaması ondandır. ama zehirin adı yalnızlık olunca işler değişir. yalnızlığın ancak kendi yalnızlığınla geçer, başkasının yalnızlığı sana yar olmaz, aynı kutup mıknatıs gibi, sırtını dönersin seni geri çeker, yüzünü dönersin itiverir, o sana sırtını döner, arkadan istemsizce yapışırsın saçlarına, kokusunu kakarsın aklına, çekersin kendine, sana yüzünü döndüğünde görmek istediğin gibi görünmez, bakamazsın itersin yine.
sonra yılarsın.. olmaz ite kaka, düm te ka düm “tek”...
.
yıllar oldu o fotoyu çekeli ama ben hala buz eriyecek diye hep korkarım, foto bozulacak diye. bundan gerçekten korkuyorum.
belki de öyle görünmeye çalışıyorumdur, yani güçlü dediğin türden. ama buzu en çok yaz sıcağında ararız, bu çok tehlikeli. en dayanıksız olduğu durumlarda varolabiliyor bu buz dediğin. bu da çok dramatik. dramatikle beyazlar daha beyaz, ayazlar daha ayaz.
nedensiz? ve nedenben?
bi yaz sıcağında ankarada, daha lisede kendi kendime kavruldum, boncuk böcegi gibi kıvrıldım içimdeki en arka köşeye. kendimden bile saklanasım geldi.. balkona çıktım, iğde kokuyordu, dolunay vardı, içim kanıyordu, gözüm doluyordu ama boşuna..
hiçbişiim yoktu aslında..
aslında hiç bir şeyim yoktu--nedeni buydu huzursuzluğumun.
bunu anlamış olmam, aklımın isyanı, kendi kendimi yatıştıramamam. o gün çok mu sıcaktı yoksa yalınayak balkonda içim içimden çıkmakla cebelleşirken farketmedim mi bilmiyorum..
ama geriye "o duyguyu bi kere yaşadın mı hep yaşarsın kızım" diye bi özöğüt kaldı. öylede olyor. ama yeniliyor da bu duygu.
bi kış (galiba aynı yazın kışı), evde tek başıma girdim gelen yıla. başucumda şarap şişesi film izleyip şarkı mırıldanarak. herkes kalabalıklar arasında (yeni)yıllanırken ben yalnızlığımı kumarda yendim. kendimi farkettim. o zaman içim rahat etti.
mesele bir şeyin olup olmaması değil, kaybedecek hiçbişeyin olup olmaması sanırım... kaybedecek hiçbişeyin yoksa eğer, bi boşluğa düşüyorsun. sonra yüksek duvarlı dar bi havuzun içinde yorgunluktan ölene kadar yüzüyorsun...
ama o gece aslında kaybetmemem gereken en önemli şeyin farkına vardım, kendimi farkettim. onu kaybetmemeliyim diye biriktirdim tüm hayatımı üstüne.
ee iyi bok yedin deme şimdi, iyi mi kötü mü bilmem ama yalnızlık böyle bi şey. yaln olmak, yalın olmak yani..
hiçbişiim yoktu aslında..
aslında hiç bir şeyim yoktu--nedeni buydu huzursuzluğumun.
bunu anlamış olmam, aklımın isyanı, kendi kendimi yatıştıramamam. o gün çok mu sıcaktı yoksa yalınayak balkonda içim içimden çıkmakla cebelleşirken farketmedim mi bilmiyorum..
ama geriye "o duyguyu bi kere yaşadın mı hep yaşarsın kızım" diye bi özöğüt kaldı. öylede olyor. ama yeniliyor da bu duygu.
bi kış (galiba aynı yazın kışı), evde tek başıma girdim gelen yıla. başucumda şarap şişesi film izleyip şarkı mırıldanarak. herkes kalabalıklar arasında (yeni)yıllanırken ben yalnızlığımı kumarda yendim. kendimi farkettim. o zaman içim rahat etti.
mesele bir şeyin olup olmaması değil, kaybedecek hiçbişeyin olup olmaması sanırım... kaybedecek hiçbişeyin yoksa eğer, bi boşluğa düşüyorsun. sonra yüksek duvarlı dar bi havuzun içinde yorgunluktan ölene kadar yüzüyorsun...
ama o gece aslında kaybetmemem gereken en önemli şeyin farkına vardım, kendimi farkettim. onu kaybetmemeliyim diye biriktirdim tüm hayatımı üstüne.
ee iyi bok yedin deme şimdi, iyi mi kötü mü bilmem ama yalnızlık böyle bi şey. yaln olmak, yalın olmak yani..
Subscribe to:
Posts (Atom)